top of page
  • Twitter
  • Facebook

Bu Kitap Hangi Yaradan Doğdu? – İçimde Kalanlar'ın İlk Kıvılcımı

  • Yazarın fotoğrafı: Feroz Anka
    Feroz Anka
  • 3 gün önce
  • 4 dakikada okunur

Bu kitabı bir fikirle değil, bir ağrıyla yazmaya başladım.

O yüzden İçimde Kalanlar’ın hikâyesi, masaya konan bir fincan kahveyle değil, göğüs kafesinin tam ortasına yerleşmiş o tanıdık sızıyla başlıyor.

Bir geceydi.

Saatin kaç olduğu önemli değildi; insan bazı saatlerden sonra zamana değil, yalnızlığına bakarak vakti anlıyor.

Evin içinde herkes susmuştu ama içimdeki kalabalık susmuyordu.

İşte o noktada, yıllardır içimde dolaşan kelimeler tek bir cümleye dönüştü:

“Artık içimde kalmasın.”

O cümleyi yüksek sesle söylemedim.

Sadece kalemi elime aldım.

Ve dürüst olayım: “yazar” gibi değil, yenilmiş biri gibi yazmaya başladım.


Bu kitabın doğduğu yara: Adını koyamadığın kırılmalar

“Duygusal kırılma” dediğimiz şey, çoğu zaman tek bir olay değildir.

Biri terk eder, biri susar, biri ihanet eder, biri geç kalır…

Ama asıl kırılma, bunların hiçbirini konuşamadığın yerde olur.

Benim için de öyleydi.

Bu kitabın yarası; büyük, dramatik, sinema perdesine yakışacak bir trajediden doğmadı.

Daha sessiz bir yerden geldi.

Zamanında söyleyemediğim bir özürden, tutamadığım bir sözden, kendimi savunamadığım birkaç sahneden ve en çok da kendimi terk ettiğim anlardan.

Bazen bir insanı kaybetmiyorsun; kendini kaybediyorsun.

Geriye bakınca görüyorsun ki, asıl “içimde kalanlar”, başkalarına söyleyemediklerim değil; kendime hiç söyleyemediklerim.

Bu kitap, edebî bir proje değil; kendimi gömmeye kalkıştığım yerden yazdığım gecikmiş bir itiraf.


Yola çıkmadan önce zaten yoldaydım...

Sonradan fark ettim: Bu kitap, yazmaya oturduğum gece başlamadı.

Bu, çok daha önce başlayan bir içsel yolculuktu.

İnsan, “iç dünyayla yüzleşmek” zorunda kalmadan önce, uzun süre kaçmayı deniyor.

Ben de öyle yaptım.

İşe sığındım, meşguliyetlere sığındım, zihinsel oyunlara sığındım, “Boş ver, geçer” cümlesine sığındım.

Geçmedi.

Geçmeyen şeyin acı değil, konuşulamayan acı olduğunu çok sonra anladım.

İçimde Kalanlar tam da bu noktada doğdu:

Kaçmayı bırakıp sandalyeye oturduğum, “Bugün kendimden saklanmayacağım,” dediğim bir akşamda.

O gün kendime şu kadar dürüst oldum:

“Bu bir kişisel gelişim metni olmayacak.

Bu, toparlanmış bir hayatın başarı hikâyesi değil.

Bu, toparlanamamış bir iç dünyanın açık dosyası olacak.”

İşte bu yüzden, İçimde Kalanlar benim için “okura rehber” değil; bir masaya bırakılmış, yarısı okunmuş, kenarına gözyaşı düşmüş iç dosyam gibi.


Yazmak, kendime karşı verdiğim davanın ilk duruşmasıydı...

İçimde görünmez bir mahkeme vardı; savcı da bendim, sanık da, hâkim de.

“Neden suskun kaldın?” diye soran da bendim, “Korktum,” diye fısıldayan da.

“Yıllar geçti, hâlâ orada mısın?” diye hesap soran da bendim, “Evet, hâlâ buradayım,” diyemeyen de.

Bir noktada şunu fark ettim: Bu iç mahkeme hiçbir zaman resmî bir karara varmayacak. Çünkü insan kendini hem mahkûm edip hem de affetmeye çalışınca, dosya hiç kapanmıyor.

O zaman başka bir şey denedim: Dava dosyasını edebiyata çevirdim.

“İçimde Kalanlar kitap olsun,” dedim.

Yani içimde taşıdığım bu cümleler artık sadece kanıt değil, aynı zamanda tanıklık olsun.

Bu yüzden bu metinler “şifa vaat eden öğütler” değil; daha çok şunu diyen satırlar:

“Bak, ben de oradaydım. Sen yalnız değilsin; utancının bile bir kardeşi var.”


İlk cümle: Suskunluğun buzunu kıran çizik.

O gece yazdığım ilk cümleyi burada tekrar etmeyeceğim.

Çünkü hâlâ içimde ve okurla aramdaki küçük sır olarak dursun istiyorum.

Ama şunu anlatabilirim: O cümleyi yazarken elim titremedi.

Asıl titreyen, cümlenin bittiği yerden başlayan sessizlikti.

Kâğıtta mürekkep vardı, içimdeyse yıllardır üzeri örtülmüş bir yas.

Yazdığım şey büyük bir edebî buluş değildi ama benim için şunu temsil ediyordu:

Artık sustuğum kadar ağır değildim.

Artık yutkunmak zorunda değildim.

Artık hatırlamak, sadece acıtmak zorunda değildi.

Belki dışarıdan bakan için sıradan bir giriş cümlesiydi.

Ama benim göğüs kafesimde, kalem ucundan çıkan her harf; bir vedanın, gecikmiş bir yüzleşmenin, kendi kendime dokunma cesaretinin izi oldu.


İç dünyayla yüzleşmek: Aynaya değil, kırığa bakmak...

“İç dünyayla yüzleşmek” ifadesi kulağa romantik geliyor.

Oysa pratikte o kadar da estetik değil.

Ben yüzleşirken şık cümleler kurmadım, aydınlanmış bir bilge gibi hissetmedim.

Hatta çoğu zaman “Bu kadar mı zayıfsın?” diye kendimi yargıladım.

Yüzleşmek, aynaya bakmak değildi; aynada bile görmek istemediğim çatlağı kabul etmekti.

İçimde Kalanlar'ın altına imza atarken de şöyle bir yerden geçtim:

“Bu satırları okuyan biri, beni zayıf sanacak.

Beni fazla duygusal bulacak.

‘Bu kadar da dram fazla’ diyecek.”

Sonra anladım ki, zaten hayatımın bir kısmını “güçlü görünmek” uğruna kendimi inkâr ederek geçirmişim.

Bir kitabı da başkalarının gözündeki imajımı korumak için sakınacaksam, niye yazıyorum ki?

İşte bu noktada “yazarlık”tan daha derin bir şey başladı: İçsel yolculuk dediğimiz şey.

Bu yolculukta anahtar şuydu:

Kendimi açıklamaya çalışmadım, kendimi haklı çıkarmaya çalışmadım; sadece “Burada canım acıdı,” demeyi seçtim.

Ve bazen insanın bütün hayatını değiştiren cümle işte bu kadar kısa oluyor.


Bu eseri, “içimde kalan” o eski bana yazdım.

Kafamda tek bir kişi vardı: Benden eski bir “ben”.

Bir şeyleri geç fark etmiş, geç özür dilemiş, geç gitmiş, geç kalmış ben.

İçimde Kalanlar, kitap haline gelirken aslında benim için şunu yapıyordu:

“Bak, seni duyuyorum.

Ne kadar saçma, zayıf, abartılı bulursam bulayım, senin de bir hikâyen var.

Ve ben o hikâyeyi artık senden saklamak istemiyorum.”

Sonradan fark ettim ki, bu “eski ben” aslında hiç tanımadığım birçok insanla aynı odada oturuyordu.

Kendini ifade edememiş, yanlış anlaşılmaktan korkmuş, hep “idare eden” rolüne sıkışmış, güçlü görünmeye çalışırken içten içe çökmüş insanlar…

Kitabı bitirdiğimde şunu hissettim:

“Ben bu satırları birine yazdım ama kim olduğunu bilmiyorum.

Belki sensin.

Belki hiçbir zaman tanışmayacağım biri.”


İçimde Kalanlar benim için bir varış noktası değil.

Daha çok gecikmiş bir mektup gibi.

Bu mektupta kendimi aklamadım, kimseyi suçlamadım, hayatı çözdüğümü iddia etmedim. Günler, yıllar, ilişkiler, suskunluklar ve kayıplar boyunca içimde birikenleri, bir defa olsun benden çıkmış hâliyle görmek istedim.

Çünkü insan “iç dünyayla yüzleşmek” istiyorsa, önce kendine karşı şeffaflaşmak zorunda.

Ve bazen bunu bir terapide, bazen bir dost sohbetinde, bazen Tanrı’ya edilen bir duada, bazen de bir kitabın sayfalarında yapıyoruz.

Benim yolum bu sefer kitap oldu.


Bu eser, belki de içinde kalmış bir özürdür; hiç söyleyemediğin bir “gitme”dir; kendine hiç dürüstçe demediğin bir “kırıldım”dır; yıllardır ertelediğin o içsel yolculuktur.

Bu kitabın ilk kıvılcımı, benim içimde başlayan küçük bir itiraftı:

“Ben, kendime geç kalmış bir insanım.”

Eğer sen de bir yerlerde, bir cümleni, bir duygunu, bir “keşke”ni hâlâ içinde taşıyorsan, bil ki bu sayfalar sadece benim değil.


Bu kitabın gerçek sorusu şu:

Senin içinde kalan ne?

Ve ne zaman kendine, “Artık içimde kalmasın,” demeye cesaret edeceksin?

ree

 
 
 

Yorumlar


Bu gönderiye yorum yapmak artık mümkün değil. Daha fazla bilgi için site sahibiyle iletişime geçin.

© 2025 Feroz Anka – FA Editions. Tüm hakları saklıdır.

bottom of page