top of page
  • Twitter
  • Facebook

Tanrıları Emekli Etmek: Modern İnsan, Para ve Zaman Takıntısı

  • Yazarın fotoğrafı: Feroz Anka
    Feroz Anka
  • 4 gün önce
  • 4 dakikada okunur

Para ve zamanın kutsal olmadığı bir dünyayı hayal etmeye çalışalım.

Çünkü itiraf etmem gerekiyor:

Hayatımın uzun bir döneminde, ben de tanrıları yanlış yerde aradım.

Onları gökte, kitaplarda, ritüellerde değil;

banka uygulamasında, takvim bildirimlerinde, başarı grafikleriyle dolu ekranlarda buldum.

Ve bir gün fark ettim:

Modern insanın tanrıları, artık tapınaklarda değil, ekran ışığında parlıyor.

Bu yüzden tanrılarıları emekli etmeli, çünkü modern insan, oldukça para ve zaman takıntılı.


“Modern insan” dediğimiz figür, teorik bir kavram değil.

O insan benim.

Muhtemelen sensin.

Tanıdığın herkes.

Sabah uyanır uyanmaz, elini kalbine değil, telefona götüren;

“Bugün ne hissediyorum?”dan önce,“Bugün ne kadar işim var?” diye bakan insan.

İlk refleksi, içsel bir yoklama değil, dış dünyanın taleplerine teslimiyet olan biri.

Daha yataktan kalkmadan, iki tanrı yoklamaya başlıyor:

Para ve zaman.

“Ne kadar kazandım, daha ne kadar kazanmam gerek?”

“Ne kadar geç kaldım, ne kadar gerideyim?”

Bu soruların hiçbirini yüksek sesle “ibadet” diye adlandırmıyoruz.

Ama içimizde işleyen ritim, tam olarak buna benziyor.

Günde onlarca kez tekrar ettiğimiz, görünmez bir zikir gibi.

Zihnimizde kurulmuş bu küçük mabette, tanrılar çoktan yerlerini almış durumda:

Biri saat, biri bakiye, diğeri ise “başarı” adı verilen belirsiz ama acımasız ölçü.

Para ve zaman, araç olmaktan çıkan efendiler gibi.

Para kötü değil.

Zaman da öyle.

İkisi de kendi yerinde durduğunda, son derece masum iki kelime.

Ama modern insan, bu iki kelimeyi artık sadece araç olarak kullanmıyor.

Onları, kendi değerinin ölçüsüne dönüştürüyor.

“Ne kadar vaktin var?” sorusu,“Ne kadar değerlisin?” sorusuna dönüşüyor.

“Ne kadar kazanıyorsun?” sorusu,“Ne kadar ciddiye alınmayı hak ediyorsun?” sorusuna dönüşüyor.

Yani para ve zaman, dış dünyayı düzenlemeye yaradıkları yerden, iç dünyamızı tarttığımız terazilere dönüşüyor.

Ve sonuç?

Hiçbir zaman yetmeyen bir zaman, hiçbir zaman yeterli olmayan bir para, ve bu iki eksenin arasında sıkışmış, sürekli kendine borçlu hisseden bir benlik.


İşte tam burada, görünmez bir başarı baskısı doğuyor.

Başarmak, artık sadece bir şey “yapmak” değil; var olma hakkını ispat etmek anlamına geliyor.

Başarı baskısı ve görünmez ibadet ritüellerimiz türedi.

Başarı, eskiden bir sonuçtu.

Şimdi bir kimlik.

“Ne yapıyorsun?” sorusu, sesini yumuşak taşıyor belki, ama alt metni çoğu zaman şu:

“Değerin nerede saklı?”

Modern insan, bu soruya her gün yeniden cevap vermek zorunda hissediyor kendini.

Bu cevap da giderek rakamlara dönüşüyor:

Tamamlanan projeler, yükselen grafikler, takipçi sayıları, onay işaretleri…

Hepsi, içimizdeki görünmez tanrıların tuttuğu defterde birer işaret gibi duruyor.

Kendi kendimize şöyle demiyoruz belki:

“Bugün başarı tanrısının huzuruna çıktım.”

Ama yaptığımız şey, çoğu zaman bundan çok farklı değil:

Günün sonunda, bir iç mahkemede kendimizi yargılıyoruz.

Ne kadar verimliydim?

Ne kadar ürettim?

Bugünü hak edecek ne yaptım?

Ve hesabı kapatamadığımız her gece, içimizde küçük bir tükenmişlik daha büyüyor.

Tükenmişlik: Tanrılara yetişemeyen kulun yorgunluğudur.

Tükenmişlik sendromunu genellikle iş yüküyle açıklıyoruz.

Oysa çoğu zaman mesele, sadece çok çalışmak değil; çalışmanın arkasına gizlenen varoluşsal korku.

Eğer başarı, senin “var olma hakkın”ın ölçüsü haline gelmişse, başaramadığın her gün, biraz daha yok oluyormuş gibi hissedersin.

Para, seni güvende hissettiren tek şey olmuşsa, eksiye düşen her hesap, sadece bakiye değil, senin değer duygunu da sıfırlarmış gibi gelir.

Zaman, “kendinle buluşma alanı” olmaktan çıkıp, “yetişmen gereken işler listesi”ne dönüşmüşse, her dakika, senin aleyhine işleyen bir mahkeme saatine dönüşür.

Tükenmişlik, sadece çok iş yapmanın yorgunluğu değil; tanrılaştırdığın değerlere yetişememenin utancıdır çoğu zaman.


İşte Boşluğun Çizgileri'ni yazarken, tam bu utançla yüzleştim.

Kendime sormak zorunda kaldım:

Ben gerçekten neye inanıyorum?

Ve aslında kime ibadet ediyorum?


Bu başlıkta özellikle “emekli etmek” dedim.

Çünkü para, zaman ve başarıyı öldürmek gerekmiyor.

Onlara ihtiyacımız var.

Para, hâlâ bir değişim aracı.

Zaman, hâlâ sonsuzluğu kesitler halinde deneyimlememizi sağlıyor.

Başarı, hâlâ bir şeyin meyvesi, emeğin doğal bir sonucu.

Sorun, onların varlığında değil; tahtın kime ait olduğunda.

Tanrıları emekli etmek, “Artık para istemiyorum, artık zamana ihtiyacım yok,” demek değil.

Şunu demek: “Benim değerimi sen ölçmeyeceksin. Sen araçsın. Efendi değil.”

Yani banka hesabına bakarken, kendini değil, sadece bir rakamı görmeye başlamak.

Takvime bakarken, kendini gecikmiş bir hayat olarak değil, sadece seçtiğin ve seçmediğin anların toplamı olarak görebilmek.

Başarıya bakarken, “Ben buyum,” demek yerine, “Bu, yaptıklarımdan sadece biri,” diyebilmek.

Tanrıları emekli etmek, onların adını silmek değil; onların üzerinden kendi adını geri almaktır.

Kişisel gelişim tuzağı: Yeni tanrılar, eski korkular

Bu noktada şunu da söylemeden geçemem:

Bugünün kişisel gelişim dünyası, çoğu zaman eski tanrıları paketleyip yenileriyle değiştiriyor.

Daha çok üret, daha verimli ol, daha farkında ol, daha yüksek titre, daha iyi manifest et, daha iyi “sen” ol…

Sloganlar değişiyor ama baskı aynı kalıyor: Olduğun gibi yeterli değilsin.

Kişisel gelişim, bazen içsel bir yolculuktan çok, kendi üzerine kurduğun yeni bir şirkete dönüşüyor.

Orada da patron sensin, işçi sensin, denetçi sensin.

Ve hiçbir molan yok.

Ben Boşluğun Çizgileri'ni yazarken, bu dili de sorguladım.

“Gelişmek” kelimesine yeniden bakmak zorunda kaldım.

Belki asıl gelişim, daha çok şey eklemek değil, yanlış tanrıları yavaş yavaş emekli etmekte saklıydı.


Bazen modern insanı eleştiren cümleler kurarken, şunu hiç unutmuyorum:

O insan, en çok da benim.

Ben de paraya fazladan anlam yükledim.

Ben de zamanı sadece yetişilecek işler listesi gibi gördüm.

Ben de başarıyı, içimdeki değersizlik duygusuna açılmış bir pansuman gibi kullandım.

Tanrıları emekli etmek, bir günde verdiğim devrimci bir karar değildi.

Bu, hâlâ süren bir süreç.

Her yeni gün, içimden şu sesi bir kez daha duymaya çalışıyorum:

“Bunlar senin efendin değil. Bunlar senin elindeki araçlar. Sen o araçların toplamından ibaret değilsin.”

Eğer bu satırları okurken kendini yakalıyorsan, günde onlarca kez saate bakarken, hesaba girerken, başkalarının gözündeki “başarı fotoğrafını” kurgularken…

Bil ki yalnız değilsin.

Bu, bir kişinin değil, çağın yarası.


Bu yazı, sana “Para önemsiz, zaman gereksiz, başarı saçma,” demek için yazılmadı.

Böyle bir ucuz romantizm, hakikate haksızlık olurdu.

Ben sadece şunu teklif ediyorum:

Belki de artık, içimizdeki tanrıları emekli edip, insan kalmaya razı olmanın zamanı gelmiştir.

Para ve zaman, yerlerine döndüklerinde, yani araç olduklarında; başarı, tahtından indiğinde, yerine daha sade bir şey oturuyor:

İnsan olma hâli.

Eksik, kırılgan, kaygılı, arayan, ama nihayetinde “efendi”nin kendisi değil, kendine tanıklık etmeye çalışan bir kalp.

Eğer bir gün, banka hesabına, takvimine, projelerine bakarken kendi kendine şunu sorarsan:

“Ben, bütün bunların dışında kimim?”

İşte o gün, tanrıları öldürmeden, sessizce emekli etmeye başlamışsın demektir.


Ve belki de gerçek kişisel gelişim, tam olarak orada başlar.


ree

 
 
 

Yorumlar


Bu gönderiye yorum yapmak artık mümkün değil. Daha fazla bilgi için site sahibiyle iletişime geçin.

© 2025 Feroz Anka – FA Editions. Tüm hakları saklıdır.

bottom of page