Rol Yapmayı Bıraktığım Gün: Hissetmeye İzin Verdiğimde Başlayan Şifa
- Feroz Anka
- 3 gün önce
- 4 dakikada okunur
Hayatın bir sahne olduğunu söyleyenler vardı.
Uzun yıllar, ben o sahnede tek bir rolü oynamaya çalıştım: “İyi görünen” kişi.
İyi evlat, iyi arkadaş, iyi çalışan, iyi dinleyen, iyi idare eden…
İyi olmaktan çok “iyi görünmeye” çalıştığım, başkalarını memnun etmeyi kendimle barışmaktan daha önemli sandığım yıllar…
Dışarıdan bakıldığında her şey yolunda gibiydi.
Ben gülümsüyordum.
Güçlüydüm.
Hallediyordum.
Sadece bir kişi gerçeği bilmiyordu:
Ben.
Uzun süre kendimi şöyle tanımladım:
“Ben uyumlu biriyim. İnsanları kırmam. Orta yolu bulurum. Halletmeye çalışırım.”
Bu cümlelerin içinde elbette güzel taraflar vardı.
Ama aynı cümlelerin gölgesinde saklanan başka gerçekler de vardı:
Ben, hayır diyemeyen biriydim.
Ben, istemediğim hâlde gülümseyen biriydim.
Ben, içim parça parça olurken bile “Sorun yok.” diyen biriydim.
Başkalarını memnun etme hâli, başta nezaket gibi duruyor.
Sonra yavaş yavaş, kendi sınırlarını silen, kendi ihtiyaçlarını yok sayan bir alışkanlığa dönüşüyor.
Bir noktadan sonra şunu fark ettim:
Başkalarının benden ne beklediğini o kadar iyi ezberlemiştim ki, kendimin benden ne beklediğini hiç bilmiyordum.
Otantik hâlim, yani olduğum gibi halinde kalabilen ben, sahnenin bir yerinde bekliyordu.
Onun yerine, seyircinin alkışladığı ama benim içinde adım adım yok olduğum bir karakteri oynuyordum.
Maske takmak, ilk başta korur gibi gelir...
Duygularını gizlersin, kimseye yük olmazsın, kimseyi rahatsız etmezsin.
Herkes seni “güçlü”, “sakin”, “olgun” bulur.
Ama maskenin altı hiç boş kalmaz.
Oraya atılmış, ertelenmiş, yutulmuş duygular yavaş yavaş birikmeye başlar.
Kırıldığında “Önemli değil.” dersin ama içinden “Ama aslında önemliydi.” geçer.
Kızdığında “Boş ver.” dersin ama içinden “Niye hep ben boş veriyorum?” diye sızlanır bir şeyler.
Üzüldüğünde “Ben hallederim.” dersin ama içerden bir ses “Kim benimle ilgilenecek?” diye fısıldar.
Bu fısıltıları duymamaya karar verdiğin an, maske biraz daha yapışır yüzüne.
Ve bir gün aynaya baktığında, karşındaki yüzü tanıyamaz hâle gelirsin.
İşte duygusal şifa denilen şey, bu birikintiyi kabul etmeden başlayamıyor.
Yıllarca “sağlam” görünmeye çalışırken içten içe ne kadar kırıldığını görmeden, hiçbir yara gerçekten iyileşmiyor.
Bir gün, çok sıradan bir günde, artık dayanamadım...
Ne büyük bir olay oldu, ne hayatımı kökten değiştiren bir felaket yaşandı.
Sadece küçük bir şey oldu; yine ben, yine herkesin rahat etmesi için kendi sınırlarımdan vazgeçtim.
O gece, eve geldiğimde, hiçbir şey yapamadım.
Ne konuşabildim, ne okuyabildim, ne ağlayabildim.
Sanki içimdeki bütün roller yanmış, sahnenin ortasında sadece küller kalmış gibiydi.
Kendime yüksek sesle şunu söyledim:
“Ben artık oynamak istemiyorum.”
Bu cümleyi kurmak kolay değildi.
Çünkü rolü bıraktığım anda, çıplak kalacağımı biliyordum.
İnsanların benden ne beklediğini karşılamadığımda, kimlerin yanımda kalacağını, kimlerin sessizce uzaklaşacağını bilmiyordum.
Ama şunu çok iyi biliyordum:
Bu şekilde yaşamaya devam edersem, bir süre sonra sahnede alkışlanan ama içi çoktan tükenmiş bir gölgeye dönüşecektim.
Rol yapmayı bıraktığım gün, aslında ilk defa gerçekten hissetmeme izin verdiğim gündü.
Hissetmeye izin vermek neden bu kadar zor?
Rol yaparken en çok yaptığım şey, hislerimi kontrol etmekti.
Üzüntüyü içeri kilitliyordum.
Öfkeyi nezaketle kapatıyordum.
Kırgınlığı mantıkla bastırıyordum.
Hissetmeye izin vermek, bütün bu kilitleri teker teker açmak demekti.
Bu da içeri dolan her şeyi yeniden göğüslemek anlamına geliyordu:
“Ben burada incindim.” demek gerekiyordu.
“Ben bunu istemiyorum.” diyebilmek gerekiyordu.
“Ben artık böyle yaşamak istemiyorum.” diyecek kadar kendine dürüst olmak gerekiyordu.
Duygusal şifa, işte bu dürüstlükle başlıyor.
Yaraya bakmadan, “Geçti.” demek iyileştirmiyor.
“Ama herkes böyle yaşıyor.” diyerek kendini susturmak, içteki kırığı yok etmiyor.
Hissetmeye izin verdiğimde, ilk hissettiğim şey huzur değildi; yoğun bir acı, utanç, eksiklik duygusu ve karşı konulamaz bir yorgunluktu.
Ama bu kez, onlardan kaçmadım.
Bu kez dedim ki:
“Tamam, gelin. Buradasınız. Ben de buradayım.”
Peki, toplumsal beklentiler uğruna kendinden vazgeçmenin bedeli neydi?
İyi çocuk ol,
iyi not al, iyi bir meslek sahibi ol, iyi bir eş ol, iyi bir anne, baba, dost ol…
Bu “iyi” olma hâli, bazen çok ağır bir bedelle geliyor:
Kendi gerçeğini sessizce feda etmek.
Bir süre sonra şunu fark ediyorsun:
Benim “iyi” olmamdan herkes memnun, ama ben, kendimden memnun muyum?
Başkalarını memnun etmek için yaşadığında, günün sonunda bir tek kişi doyumsuz kalıyor: Sen.
İnsan ilişkiden kaçarak değil, kendinden kaçarak tükeniyor aslında.
Otantik hâlini saklayarak, kimseyi rahatsız etmemeye çalışarak, uyumlu olayım derken görünmezliğe razı olarak…
Rol yapmayı bıraktığım gün, aslında bu bedeli ödemeyi reddettiğim gündü.
“Ben kimseyi kırmayayım derken, her gün biraz daha kendimi kırıyorum.” gerçeğiyle yüzleştiğim gün…
Maskelerin indiği yerde başlayan kırılganlık, aslında şifadır...
Maskeyi indirdiğinde, ilk gördüğün manzara pek estetik olmuyor.
Yılların yorgunluğu, birikmiş kırgınlıklar, söylenmemiş sözler, tutulmuş gözyaşları, bastırılmış öfke…
İnsan bu tabloyu görünce, bazen maskeyi tekrar takmak istiyor.
Çünkü sahnede oynamak, kuliste ağlamaktan daha kolay gibi geliyor.
Ama hiçbir maske, uzun vadede insanın ruhuna iyi gelmiyor.
Sahte “iyilik” hâli, bir süre sonra içten içe ağırlaşıyor.
Ben şunu fark ettim:
Maskeyle elde ettiğim şey takdir, saygı, onay olabilir; ama maskeyle asla içten bir yakınlık kuramıyordum.
Ne başkalarıyla, ne kendimle.
Duygusal şifa dediğimiz süreç, tam da burada başlıyor.
Bir insan, maskeleri birer birer bıraktığında, önce çok çıplak, çok kırılgan hissediyor; sonra yavaş yavaş, ilk kez nefes aldığını fark ediyor.
Bu kırılganlık, zayıflık değil.
Bu, insana ait olmanın en dürüst hâli.
Belki senin de yıllardır oynadığın roller var.
Herkesin senden beklediği, senin de sorgulamadan üstlendiğin roller.
Belki “Her şey yolunda.” diyen ama geceleri uyuyamayan bir rol.
Belki “Ben hallederim.” diyen ama kimsenin onu halletmediğini hisseden bir rol.
Belki “Mutluyum.” diyen ama aynaya bakınca gözlerine inanamayan bir rol.
Peki, sen bugün hangi rolü oynuyorsun?
Ve bu rol, gerçekten sen misin?
Eğer cevap seni biraz sızlatıyorsa, bil ki bu kötü bir şey değil.
Bu sızı, bazen içindeki gerçeğin kendini hatırlatma şekli.
Rolü bırak, hayata ilk defa katıl..
Rol yapmayı bıraktığım gün, dışarıdan bakıldığında hiçbir şey değişmiş gibi görünmüyordu.
Aynı insanlarla görüşüyor, aynı işe gidiyor, aynı şehirde yaşıyordum.
Ama içerden bakıldığında, her şey değişmişti.
Artık hislerimi bastırmamaya söz vermiştim.
Artık sırf başkaları rahat etsin diye kendimi yok saymamaya niyet etmiştim.
Artık “iyi görünmek”ten çok, “gerçekten iyi olmak” için yaşamaya adım atmıştım.
Şifa, işte o gün sessizce başlamıştı.
Gösterişli, büyük, mucizevi bir an değildi bu.
Sadece, kendi kendime içimden şu cümleyi söyleyebilmemdi:
“Ben artık kendime yalan söylemek istemiyorum.”
Eğer sen de bugünlerde kendini bir sahnenin üzerinde, hiç bitmeyen bir oyun içinde hissediyorsan, belki senin için de küçük bir soru bırakabilirim:
Bugün, kimin için rol yapıyorsun?
Ve bu rolü bırakmak, sandığın kadar korkunç mu, yoksa içinin derinlerinde hafif bir özgürlük ihtimali mi taşıyor?
Belki de duygusal şifa dediğimiz şey, tam olarak şurada başlıyordur:
“Ben artık kendim olmaktan utanmayacağım.” dediğin anda.






Yorumlar