top of page
  • Twitter
  • Facebook

Konuşmadan da Anlatmak: Sessizlik, İç Ses ve Boşluğun Çizgileri

  • Yazarın fotoğrafı: Feroz Anka
    Feroz Anka
  • 4 gün önce
  • 5 dakikada okunur

Bazı cümleler sesli söylenince eksiliyor.

Bazı hakikatler, ancak sessizlikte anlaşılabiliyor.

Boşluğun Çizgileri’ni yazarken bunu çok acı bir şekilde fark ettim:

Ben konuşarak yaşayan biriydim, ama derin dönüşümlerim neredeyse hep sustuğum dönemlerde oldu.


Konuşmadan da anlatmak mümkün mü?

Sessizlik gerçekten “hiçlik” mi, yoksa iç sesin nihayet duyulur hâle geldiği yer mi?

Meditasyon, tefekkür, farkındalık…

Bütün bu kavramların ötesinde, insanın kendi iç alanıyla kurduğu çıplak temasın hikâyesini merak ediyorum.


Sessizlik aslında neyi susturur?

Sessizlik dendiğinde çoğumuzun aklına aynı görüntü geliyor:

Ses yok, gürültü yok, konuşma yok.

Huzurlu bir boşluk.

Oysa benim deneyimimde, sessizlik ilk etapta huzur değil, tam tersine rahatsız edici bir yoğunluk.

Dış sesler çekildiğinde, içeride yıllardır ertelenmiş her şey konuşmaya başlıyor.

Bitmemiş cümleler, bastırılmış öfkeler, ertelenmiş kararlar, kabullenilmemiş kayıplar, yutulmuş haykırışlar…

Sessizlik, dışarıdaki gürültüyü değil, içeride saklananları susturmayı reddeden bir alan aslında.

O yüzden çoğu insan için “sessiz kalmak” huzur vermiyor.

Tam tersine, iç sesin yükselmesine sebep olduğu için ürkütücü geliyor.


Benim için kırılma şöyle oldu:

Bir gün, fark ettim ki, ben sessizlikten değil; sessizlikte görünür olacak iç dünyamdan korkuyorum.


İç ses: sanki susturulmuş ama hiç susmamış olan gibi...

“İç ses” dediğimiz şey, mistik bir kavram olmak zorunda değil.

Bazen çok basit:

“Burada bir şey yanlış.”

“Ben bunu istemiyorum.”

“Bu ben değilim.”

“Burada yoruldum.”

“Burası bana iyi gelmiyor.”

Ama modern hayat bu sesi duymamıza pek izin vermiyor.

Her boşluğu doldurmak için üretilmiş binlerce ses var.

Bildirimler, içerikler, konuşmalar, müzikler, tartışmalar, haberler…

Kendimizle baş başa kalmamak üzerine kurulmuş bir ritim.

İç ses, bu kalabalığın içinde tamamen kaybolmuyor aslında.

Sadece fısıltıya dönüşüyor.

Bazen bir mide ağrısı oluyor, bazen uykusuzluk, bazen anlamsız bir huzursuzluk, bazen “sebebi olmayan” bir yorgunluk.

Boşluğun Çizgileri’ni yazarken, ben o fısıltının peşine gitmek zorunda kaldım.

Çünkü içimdeki bütün kavramlar, teoriler, bilgiler bir yere kadar işe yarıyordu; sonra bir noktada, iç sesim sadece şunu söylemeye başladı:

“Artık dur.”

Dur ki duyabilesin.

Dur ki bakabilesin.

Dur ki kendini atlatmayı bırakıp, kendine gerçekten rastlayabilesin.



Meditasyon hakkında çok şey yazıldı.

Tefekkür, farklı geleneklerde uzun uzun anlatıldı.

Farkındalık, artık neredeyse ticari bir kavrama dönüştü.

Benim içinse bu kelimelerin özünde tek bir sahne var:

İnsanın, kendine doğru yavaşça eğilmesi.

Meditasyon, illa lotus pozisyonunda saatlerce oturmak değil.

Tefekkür, sadece kutsal metinler üzerine düşünmek değil.

Farkındalık, sürekli “şimdi ne hissediyorum?” diye zihnini gözetlemek değil.

Bazen meditasyon, sabah tek bir yudum suyu gerçekten içerken, bedenindeki o serinliği fark etmektir.

Bazen tefekkür, bir gece tavana bakarken, “Ben neye dönüşüyorum?” sorusundan kaçmamaktır.

Bazen farkındalık, iç huzur sanılan o uyuşukluğun, aslında bastırılmış bir öfke olduğunu dürüstçe kabul etmektir.

Yani sessizlik; boş bir alan değil, kendinle karşılaşman için açılan bir oda.


Boşluğun Çizgileri’nin kimi bölümleri, aslında uzun sessizliklerden damladı.

Günlerce tek bir cümle yazmayıp, sadece içimde dolaştığım zamanlar oldu.

O sessizlikte, önce hiçbir şey olmuyormuş gibi hissettim.

Sonra yavaş yavaş şunu fark ettim:

Dışarıda hiçbir şey olmuyorken, içimde çok şey oluyordu.


Konuşmanın da susturabildiği yerler var...

İnsanın susmadığı hâlde sessiz kaldığı yerler de var.

Çok konuşup hiçbir şey söylemediğimiz, çok açıklayıp hiç açılmadığımız, çok ifade edip hiç teslim olmadığımız yerler.

Konuşmak, bazen içeriği değil, içeriği taşıyan ağrıyı örtmek için kullanılıyor.

“Konuşarak halledelim” cümlesi, her zaman sahici değil.

Bazen “konuşarak geçiştirelim, yüzleşmeyelim”in kibar versiyonu.

Ben kendi hayatımda bazı şeyleri o kadar çok anlattım ki, bir noktadan sonra anlatmak, iyileşmekten çok kaçmanın yöntemi oldu.

Her yeni cümle, eski yaranın üstüne sürülen yeni bir cila gibiydi.

Parlıyordu, ama alttaki acı aynıydı.

İşte o yüzden, bir dönem konuşmayı azalttım.

Anlatmak yerine bakmayı, yorumlamak yerine hissetmeyi, kendimi açıklamak yerine, kendime eşlik etmeyi denedim.

Sessizlik, o zaman bir cezaya değil, bir şefkat biçimine dönüşmeye başladı.


İç huzur, her şeyin yolunda olduğu hâl değil...

Sessizlik ve meditasyon denince, zihnimizde genelde aynı sahne canlanıyor:

Dingin bir yüz, rahat bir nefes, yumuşak bir iç huzur.

Ama benim yaşadığım iç huzur, çoğu zaman böyle gelmedi.

Önce karmaşa geldi.

Ağlama isteği, öfke, pişmanlık, kaygı, sıkışma.

Sessiz kaldığımda, bedenimde birikmiş bütün duygular sıraya giriyor gibiydi.

“Şimdi beni de gör,

yıllardır itip durduğun beni de,

bana da bak.”

İç huzur, bazen sandığımız gibi “hiçbir şey hissetmemek” değil.

Tam tersine, uzak durduğun her şeyi hissedebileceğin genişlikte bir alan açılınca geliyor.

Kendime şunu söyleyebildiğim yer, işte orasıydı:

“Evet, şu an iyi değilim, ve yine de kendimi terk etmeyeceğim.”


Meditasyonun, tefekkürün, farkındalığın bende bıraktığı en güçlü etki, bir “mutluluk hâli” değil; kendime eşlik etme kararlılığı oldu.

İç huzur, bazen bir duygunun geçip gitmesi değil, onunla beraber oturabilme cesareti.


Farkındalık: Kendini sürekli izlemek değil, kendini duymaya razı olmaktır.

Farkındalık kelimesi o kadar çok kullanıldı ki, artık bazen yorucu bir komuta dönüşüyor:

“Her anını gözlemle.

Her duygunu analiz et.

Her düşünceni takip et.”

Oysa bu, bir süre sonra içsel bir polisliğe dönüşebiliyor.

Her şeyi kayda geçiren, hiçbir şeyi akışına bırakmayan bir iç denetçi.

Ben farkındalığı artık biraz daha farklı anlıyorum:

Kendini sürekli izlemek değil, kendini duymaya razı olmak.

Yani kendini yakaladığın anda, kendi üzerine yine acımasızca çökmemek.

Ne hissettiğini fark ettiğinde, onu hemen değiştirmeye çalışmamak.

Zihninin hızlandığını gördüğünde, kendini suçlamak yerine, “Tamam, şu an böyleyim” diyebilecek kadar yumuşayabilmek.

Boşluğun Çizgileri’ni yazarken, kendi iç diyaloglarımın bazen ne kadar sert olduğunu gördüm.

Kendime konuşma tarzım, kimseye konuşamayacağım kadar acımasızdı.

Sessizlik, bu açıdan bir ayna oldu:

Konuşmadığımda, iç sesimin bana neler söylediğini net duydum.

Ve itiraf etmeliyim ki, o sesle yaşamak, dış dünyanın gürültüsünden çok daha yorucuydu.

Sonra yavaş yavaş şunu denedim:

O iç sesi susturmaya çalışmak yerine, tonunu değiştirmeyi.

“Yine beceremedin” diyen yere, “Şu an zorlanıyorsun, bu çok insani” diyebilen bir ses yerleştirmeye çalıştım.

Farkındalık, işte bu noktada, sessiz bir iç şefkat pratiğine dönüştü.


Konuşmadan da anlatmak: Boşluğun Çizgileri’nin sessiz tarafı

Boşluğun Çizgileri, kelimelerden oluşuyor, evet.

Ama bu kitabın gerçek ağırlığı, çoğu zaman kelimelerin söylemediklerinde gizli.

Aralarındaki boşluklarda.

Cümlelerin bittiği, ama hissin bitmediği yerlerde.

Okurun kendi iç sesini duymaya başladığı noktada.

Yazarken hep şunu hissettim:

Ben her şeyi anlatırsam, hiçbir şey gerçekten anlatılmış olmayacak.

Bazı şeyler, ancak okurun kendi içinden yükseldiğinde sahici.

Ben sadece bir çizgi çekebilirim; boşluğu onun doldurması gerekiyor.

Sessizlik, bu yüzden benim için hem yazının içinde, hem yazının etrafında bir alan.

Bir cümleyi, onun etrafındaki sessizlikle birlikte düşünmeye çalışıyorum:

Söylemediklerim, söylediklerimden daha az önemli değil.

Konuşmadan da anlatmak, belki biraz da şudur:

Okura kendi iç sesine yer bırakmak.


Sessizlikten korkma, orada seni bekleyen biri var...

Bu yazıyı, “Konuşma, sus, iç dünyana çekil, dış dünya önemsiz,” demek için yazmıyorum.

Dünya ses istiyor, söz istiyor, ifade istiyor.

Ama bütün bunlar, kendimizle hiç karşılaşmadan yapılınca içi boşalıyor.

Sessizlik, bu yüzden bir kaçış değil; kısa bir dönüş alanı olabilir.

Geri çekilip, “Ben şu an gerçekten ne hissediyorum?” diye sorabildiğin, iç sesini duymana izin verdiğin, kendi yanında biraz oturduğun bir alan.


Eğer son zamanlarda, her şey çok konuşmalı, çok açıklamalı, çok anlatmalı geliyorsa; ve buna rağmen anlaşılmadığını hissediyorsan, belki de sıradaki adım yeni bir cümle değildir.

Belki sıradaki adım, kısa bir sessizliktir.

Orada kimse yok gibi görünse de, bil ki orada seni bekleyen biri var:

Senin, senden saklanan hâlin.

Sessizlik, ondan kaçtığın yer değil; onunla sonunda göz göze geldiğin yer olabilir.

Ve bazen en büyük dönüşümler, tek bir cümlenin değil, tek bir susuşun ardından başlar.

ree

 
 
 

Yorumlar


Bu gönderiye yorum yapmak artık mümkün değil. Daha fazla bilgi için site sahibiyle iletişime geçin.

© 2025 Feroz Anka – FA Editions. Tüm hakları saklıdır.

bottom of page