Boşluğun Çizgileri’nden Sonra: Yazarlık, İnanç ve Şüpheyle Barışmak
- Feroz Anka
- 4 gün önce
- 5 dakikada okunur
Boşluğun Çizgileri’ni bitirdiğim gün şunu hissettim:
Bir kitabı tamamlamış değildim.
Kendime karşı yalan söylemeden yazabildiğim ilk metnin eşiğinden içeri adım atmıştım sadece.
Sonra fark ettim ki, bu kitap aslında “ilk kitap” değil; benden sonra gelecek bütün metinlerin sessiz provasının kendisiydi.
Yazarlık yolculuğum, inançla kurduğum ilişki, şüpheye bakışım…
Hepsi, bu kitabın satır aralarında gizlice yeniden şekillenmeye başladı.
Burası ise, Boşluğun Çizgileri’nden sonra içimde olanları, yazarlık, inanç ve şüphe üçgenindeki dönüşümü anlatan küçük bir köprü olarak kalsın.
Boşluğun Çizgileri, yazar olmadan önce kendime tanıklık etme denemesiydi.
Yazarlık yolculuğu çoğu insanın gözünde kitapla başlar:
Kapak, sayfa sayısı, yayınevi, baskı, okur yorumları…
Benim için öyle olmadı.
Boşluğun Çizgileri’ni yazarken, kendimi “yazar” gibi hissettiğim an bile çok azdı.
Daha çok, içimde biriken soruları nihayet kâğıda bırakabilen biri gibi hissettim.
Bu kitabın bende yaptığı en radikal şey şuydu:
İlk kez, kendime dışarıdan bir karaktermişim gibi bakmak yerine, kendi içime içeriden tanıklık etmeye başladım.
Yazarlık, o an benim için; “insanları etkileyen cümleler kurma sanatı” olmaktan çıktı.
“İçimden geçenleri kavramsal süslerle parlatma ustalığı” da değildi artık.
Yazmak, giderek şu anlama gelmeye başladı:
Kendime yalan söylemediğim cümleler kurma disiplini.
Boşluğun Çizgileri’nden sonra, sonraki kitaplara oturduğumda kalem artık başka bir yükle elimde duruyordu.
Artık her cümle şu sessiz soruyla sınanıyordu:
“Bunu gerçekten böyle hissediyor musun, yoksa sadece güzel durduğu için mi yazıyorsun?”
Bu soru, benim gerçek yazarlık manifestom oldu aslında.
İnançla aramdaki mesafe: Çocukluktan kalma tanrılar vs. yetişkin soruları
Boşluğun Çizgileri, doğrudan “inanç” üzerine yazılmış bir kitap değil.
Ama satırlarının altında, inançla yürütülen çok derin bir iç diyalog var.
Yıllarca içimde şöyle bir ayrım taşıdım:
İnanıyorsan soru sormazsın, şüphe ediyorsan artık inanmıyorsundur.
Bu ikisinin aynı kalpte yan yana durabileceği aklıma bile gelmiyordu.
Tanrı ya tamdı ya hiçti; soru ya ihanetti ya itaatti.
Sonra bir gün, kendi iç krizlerime bakarken şunu fark ettim:
Ben aslında “Tanrı’ya inanmaktan” çok daha önce, hayatın anlamına inanmakta zorlanıyordum.
Boşluğun, modern insanın yorgunluğu, zaman algısı, benlik, maske, sessizlik…
Bütün bu başlıkların arkasında, sessizce şu soru dolaşıyordu:
“Bu hayat, gerçekten bir merkeze bağlı mı, yoksa rastgele savrulan anlardan mı ibaret?”
Boşluğun Çizgileri’ni yazarken, inançla ilgili kalıplaşmış cümlelerimin bir kısmı elimden kaydı gitti.
Daha çok şu hâle doğru yürüdüm:
İnanç, artık içimde hazır cevaplar dizisi değil; sorulardan sonra hâlâ elimden bırakmadığım ip gibi hissettiriyordu.
Dogma değil, yön.
Formül değil, yöneliş.
Şüpheyi düşman değil, nefes olarak gördüm.
“Şüphe” kelimesi, hayatımın büyük kısmında kirli bir kelimeydi.
Sanki kalbin odasına girmesi yasak bir misafir gibi.
Kapıda bekletilir, göz ucuyla bakılır, ama içeri alındığı an bütün sistemi bozacak biri gibi.
Boşluğun Çizgileri ile beraber bu değişmeye başladı.
İçimdeki en samimi cümlelerin çoğu, bir tür şüpheyle başlıyordu çünkü:
“Ya ben yanlış anlıyorsam?”
“Ya bana öğretilenler eksikse?”
“Ya bütün bu kavramlar, sadece kendimi güvende hissetmek için inşa ettiğim duvarlarsa?”
Bu soruları yıllarca içimde taşıdım, ama sesli söylemeye cesaret edemedim.
Çünkü şüphe, “imandan düşüş” olarak kodlanmıştı zihinlerde.
Sonra fark ettim ki, eğer inancım, tek bir soruyla yıkılacak kadar kırılgansa, zaten çoktan yıkılmış demektir.
Ben sadece enkazın üstünü örtüyordum.
Şüpheyle barışmak, Tanrı’yı inkâr etmek değil; kendi hayal kırıklıklarımı, beklentilerimi, korkularımı Tanrı zannetmekten vazgeçmekti.
İnanç ve şüphe, artık kalbimde kavga eden iki düşman değil; aynı mutfağı paylaşan iki ağır misafir gibi duruyor.
Biri soruyor, diğeri susuyor.
Biri yıkıyor, diğeri yeniden kuruyor.
Ve ben artık bu masanın başında gürültü çıkarmadan oturmayı öğrenmeye çalışıyorum.
Yazarlık, inancın dili; şüphe, yazının nabzı oldu.
Boşluğun Çizgileri’nden sonra fark ettiğim en büyük şeylerden biri şu oldu:
Ben inancımı artık sadece dua cümlelerinde değil, yazarken kurduğum cümlelerde de yaşıyordum.
Yazarlık yolculuğu, içimdeki inançla konuşmanın yeni bir formuna dönüştü.
“Doğru mu düşünüyorum?” sorusu yerini, “Bunu dürüstçe düşünüyor muyum?” sorusuna bıraktı.
Şüphe, yazdığım her metnin nabzı gibi:
Eğer bir paragrafın içinde hiçbir soru yoksa, orada bir yerde kendimi kandırıyorum demektir.
Felsefi yazılarım bu yüzden hep iki katmanlı:
Yüzeyde kavramlar, derinde çok daha insanî bir tereddüt.
Şayet bir okur yol arkadaşım isen, metinlerimi art arda okuduğunda şunu fark edebilirsin:
Aynı ses, farklı kitaplarda farklı yüzlerle dolaşıyor.
Bir yerde merhameti arıyor, bir yerde modern zamanları sorguluyor, bir yerde “ben”i ateşe atıyor, bir yerde dili, kelimeleri, suskunluğu yokluyor.
Ama hepsinde ortak olan, inanç ve şüphenin birlikte yürümeyi öğrenmeye çalışması.
Ben artık bu ikisini ayırmak istemiyorum.
İnanç, sorusuz olduğunda donar.
Şüphe, yönsüz olduğunda dağılır.
Yazı, ikisinin ortasında nefes alıyor.
Boşluğun Çizgileri’nden sonra gelen kitaplar: Aynı yaranın farklı yüzleridir.
Bundan sonra gelen her kitap – merhameti, benliği, dili, modern insanı, hakikati, nefsin katlarını, çağın gürültüsünde insandan geriye ne kaldığını anlattığım bütün metinler – aslında Boşluğun Çizgileri’ndeki aynı yaranın farklı yüzleri.
Bu ilk kitapta “boşluk” dediğim şey, sonraki kitaplarda farklı isimler almaya başladı:
Merhametsizlik, benlik yanılsaması, dilin yıpranması, modern hayatın hızına kapılmış ruh,
kutsal sandığımız maskeler, yarım bırakılmış dualar…
Ama kaynak aynı: İnsanın anlam arayışı.
Yazarlık yolculuğu, bu noktadan sonra kitap yazmaktan ibaret değildi.
Her kitapla, kendi içimde başka bir perde açılıyordu:
Birinde Tanrı’yla kavgalı tarafım, birinde insanla kırgın yanım, birinde kendimle yüzleşmekten kaçan çocuk tarafım ortaya çıkıyordu.
Boşluğun Çizgileri, bu yüzden “ilk eser” değil sadece; sonrakilerin ruh akrabasına dönüşen bir başlangıç noktası.
Bu kitabı okumadan diğerlerine geçmek elbette mümkün.
Ama bil ki, her sonraki kitapta duyduğun cümle, bir ucuyla mutlaka bu ilk çatlağa bağlı.
Ben, dışarıdan bakınca bir alan adı, bir site, bir proje gibi görünebilirim sana.
Benim için ise, kitaplardan önce kurulmuş bir iç alan.
Boşluğun Çizgileri’ni yazarken içimden geçen şeylerden biri şuydu:
Bu metinler, sadece kâğıt üzerinde kalmamalı; aynı ruhtan beslenen diğer yazılarla, kitaplarla, dillerle yan yana durabilecekleri bir yer bulmalı.
Yazarlık yolculuğumu bir yayınevinin raflarına bırakmak istemeyişim, biraz da bu yüzden.
Eserlerim, sadece kitap değiller; inançla şüphe arasında, insanla hakikat arasında, sözle sessizlik arasında yürüyen bütün metinlerin ortak evidirler.
Boşluğun Çizgileri’nden sonra yazdığım her kelimeyi, sanki bu evin başka bir odasına taşıyormuşum gibi hissediyorum.
Kimisi daha karanlık, kimisi daha ferah, kimisi daha kalabalık...
Ama hepsinin ortasında aynı soru dönüyor:
“Ben, bütün bunları yazarken aslında neyin peşindeyim?”
Artık hiçbir şeyi yüzde yüz bilmek istemiyorum.
Bu cümle ilk duyulduğunda korkutucu gelebilir.
Oysa benim için büyük bir rahatlamanın ifadesi.
Eskiden her şeyi “yerine oturtmak” istiyordum.
Tanımı belli kavramlar, sınırları çizilmiş inançlar, net bir kimlik, tartışmasız doğrular, kapatılmış defterler…
Boşluğun Çizgileri’nden sonra şunu fark ettim:
Bu dünyada, hiçbir şeyi yüzde yüz bilmeyeceğim.
Ama bu, hiçbir şeye inanmadan yaşayacağım anlamına gelmiyor.
Tam tersine, artık inancımı bilgiyle değil, yönelimle ölçmek istiyorum.
Her cümlemde, her kitapta, her satırda şunu soruyorum kendime:
Beni hakikate biraz yaklaştırıyor mu, yoksa sadece kendimi güvende hissettiren bir masal mı anlatıyorum?
Şüpheyle barışmak demek, sürekli her şeyden şüphe etmek değil.
Bazı şeyleri artık sorgulama gücümün ötesine bırakmayı kabul etmek.
Kalbimin acizliğini görmek, aklımın sınırlarını bilmek, ve yine de yürümeye devam etmek.
İnanç, artık içimde şöyle bir şekil aldı:
Elimdeki tek fener olmadığı anlarda bile, yürümeye devam etmeme sebep olan sessiz güven.
Şüphe ise, bu yürüyüşte kendimi putlaştırmaktan alıkoyan iç denetçi.
“Yanılıyor olabilirsin” diyen ama “Bu yüzden yola çıkma” demeyen bir ses.
Boşluğun Çizgileri bitmedi, sadece yer değiştirdi.
Bir seriyi kapatan yazı gibi duruyor bu metin.
Ama benim içimde tam tersi bir şey ifade ediyor:
Yeni kitaplara, yeni sorulara, yeni yüzleşmelere açılan bir eşik.
Boşluğun Çizgileri, benim için bitmiş bir kitap değil.
Sayfaları kapalı olsa da, içimde hâlâ yazılmaya devam ediyor.
Çünkü ne zaman inançla kavga etsem, ne zaman şüpheden yorulsam, ne zaman yazarken kendime ihanet etmeye yaklaşsam, o kitabın içinden bir cümle gelip omzuma dokunuyor:
“Gerçeklik, çizgilerin ötesinde, sessizliğin kalbinde; ve sen, yazar olsan da olmasan da, o sessizliğe sadık kalmak zorundasın.”
Eğer Boşluğun Çizgileri’ni okudun ve bir yerinde kaldıysan, bunu bil:
Sonraki kitaplar, o kaldığın yerden devam eden farklı yürüyüşler sadece.
Merhamet, benlik, dil, hakikat, modern zamanlar…
Hepsi aynı boşluğun etrafında çizilmiş yeni halkalar.
Ben bu yazıyla şunu söylemek istiyorum:
Yazarlık yolculuğum, inanç ve şüpheyle barışmaya çalıştığım uzun bir iç yoldan ibaret.
Benden yükselen ve karşına çıkan her metin, bu yolculuğun başka bir durağı.
Ve belki, bütün bu kitapların asıl umudu şu:
Sen kendi yolculuğunda, kendi inancınla, kendi şüphenle, kendi kelimelerinle barışabileceğin bir sessizlik bulursun.
Benim boşluğumdan sana geçen tek şey buysa, yazdığım her çizgi amacına ulaşmış demektir.






Yorumlar